17 Nisan 2012 Salı

Yaşadım Mı Öldüm Mü...


Kaderimle arkadaş dost olamadım
Beni candan sevecek yar bulamadım
Ah ile vah ile geçti bu ömrüm
Yaşadım mı öldüm mü anlayamadım
Gözlerim doldu taşdıda ağlayamadım
Niye seçti kader beni anlayamadım
Ah ile vah ile geçti bu ömrüm
Yaşadım mı öldüm mü anlayamadım
Tövbe ettim sevmeye söz tutamadım
Kötü kader peşimde hep adım adım
Ah ile vah ile geçti bu ömrüm
Yaşadım mı öldüm mü anlayamadım
Devamını Oku »

Ömür Göksel - YAŞADIM MI ÖLDÜM MÜ - YouTube



Bir gün bitecek şu gölge alemdeki bütün çırpınmalar. Bütün kırgınlıklar, sevinçler, coşkular, ağlayıp, inlemeler, yakıp, yıkmalar, yapılanlar, düzeltilenler, kazançlar, kayıplar...her şey ama her şey son bulacak. Bir gün yanına çağıracak bizi de Rahman ve Rahim. ''Niye seçti kader beni anlayamadım.''  ya da '' Kötü kader peşimde hep adım adım.'' demek yerine sadece O'na teslim olabilsek... Sabır ve tevekkülle gerçek huzuru bulabilsek...

10 Nisan 2012 Salı

Bir Ziyaretle Açılan Kapılar


Bir ziyaret, insanlarla bir hasbihal ne mülahazalar uyandırıyor, ne farklı kapılar açıyor insan dimağında ve gönül dünyasında. Hiç tanımadığım insanların evine gidiyorum, sadece çocuklarının öğretmeni olduğum için. Bir çok ikramları ısrar ederek sunuyorlar. Ben ise mahçup ve minnet dolu bir yürekle ve bakışlarla kabul ediyorum önüme gelen nimetleri. Ne kadar misafirperver bir halkımız var diye de içimden geçirmeden edemiyorum.

Evin alt katında ya da az yakınlarında öğrencimin ninesi oturuyormuş. İlginç olan iki ninesi varmış çocuğun. Yani dedesi iki bayanla evliymiş. Birinciden olmamış çocukları. Bu yüzden dede-tabi gençken- ikinci bir eş, yani diğer bir deyişle kuma getirmiş eve. Bu eşinden ise tam beş tane çocukları olmuş. Hepsini iki hanım birlikte büyütmüş. İlk eş kendi çocukları gibi bağrına basmış onları. Ne bir gün kavga etmişler, ne de gönül koymuşlar birbirlerine. Çocuklar da her iki anneyi sayıp sevmişler, ayırt etmeden.
Şimdi her iki bayan da yaşlanmış. Ama hala çok iyi ve mükemmel geçiniyorlar. Birbirlerine destek oluyor, zor günlerin üstesinden birlikte geliyorlar.

Onlarla konuştuktan ve sevgi, saygı duygularıyla oradan ayrıldıktan sonra, şimdi insanların birbirlerine ne kadar tahammülsüz olduklarını, kardeşin kardeşe, evladın anne babasına, eşlerin birbirlerine karşı sabır ve hoşgörü göstermede ne kadar cimri olduklarını düşünüyorum. Asrımızın kolaylık ve teknoloji çağı olduğunu, ama bu rahatlıkların sanki daha çok mutsuzluk getirdiğini düşünüyorum....

Bütün iyi, kötü duyguları yürek taşır. Yaşanan ne varsa yürekte başlar ve yürekte biter. Birbirimize karşı hislerimiz, doğru, yanlış hallerimiz hep yürek süzgecinden geçer önce. Üzmeyelim ne kendimizi, ne de başkalarını. Hayat o kadar kısa ki.

Nasıl bir şeymiş bu yürek? Nelere dayanırmış? Ne umulmadık fırtınalara, volkanlara tahammül edermiş? Her fırtına, her bir ateş ondan bir şeyler alıp götürürmüş. Sessizce katlanırmış her şeye. Bir yandan acılarını gizlemeye çalışırken, bir yandan etrafını saran kara bulutlara rağmen nefes almaya devam etmeye, etrafına yalancı gülücükler saçmaya çalışırmış. Nasıl bir şeymiş bu yürek?

26 Mart 2012 Pazartesi

Minik Arkadaşım

12 yaşında ailenin tek oğluydu şimdi o. Ne zamandır babasından kendisine bir kuş almasını istiyordu.Eline alınca konuşup, dertleşebileceği, her şeyini paylaşabileceği küçücük bir kuş...Biraz sonra babası işten gelince yine sarılıp söyleyecekti ona. Eğer zaman olursa mutlaka gideceklerini söylemişti babası. Kapı açıldığında o, odasında geçen yıl kazada ölen, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı, kısacası hayatında çok önemli yer edinmiş, çok sevdiği abisinin resmine bakıyordu. Çocukluğunda felç geçirmiş ve 18 yıllık ömrü hastanelerde geçmiş, hüzünlü bakan, ama birlikte çok mutlu anlar yaşadıkları abisinin resmine...Bir kere bile futbol oynayamadığı, sokaklarda birlikte koşamadığı, ama en güzel kitapları birlikte okuduğu, oyunları oynadığı, bütün filmleri birlikte seyrettiği abisi... Hasret, yalnızlık yüzünden okunuyordu. Çok özlemişti onu. Şimdi teselli bulacağı bir muhabbet kuşu belki acısını biraz olsun hafifletebilirdi.
''Tamam'' dedi babası ''Gidelim.'' Sevinç içinde giyinerek hazırlandı. ''Ben hazırım.'' diye geçti babasının karşısına. Çıkıp, birlikte yola koyuldular. Annesi gülümsüyordu arkalarından bakarken. Gittikleri dükkanda bir sürü değişik hayvan vardı. Hepsi barındıkları küçük kutu veya kafeslerinde duruyordu. Onları öylece etrafa bakınıyorlardı. Biraz üzüldü onları bu halde görünce. Keşke hepsini satın alıp, serbest bırakacağı imkanı olsaydı. Bir çiftlik olsaydı hepsini alıp götürür, çiftliğinde bakardı onlara. Böyle içi buruk onları seyrederken, babası kuşlara yöneldi. ''Bak bakalım. hangisi güzel, hangisini seçmek istersin? Oğluma buradaki en güzel kuşu alacağım ben.'' Düşüncelerinden sıyrılıp o da kuşlara yöneldi. Öyle şirinlerdi ki. Mavi, sarı, yeşil renklerde, özenle tasarlanmış, hepsi Sanatkar'ından birer mektup gibi cıvıl cıvıl muhabbet kuşları. Yavru bir muhabbet kuş gördü içlerinde. Parlak mavi tüyleri vardı. ''Baba bunu seçelim.'' dedi. Hemen dükkan sahibine onu istediklerini söylediler. Adam çocuğun seçtiği kuşu görünce biraz tereddüt etti. ''Yalnız bu kuşun ayağı sakat. Bir kaç gün önce kafeslerini temizlerken kafesten dışarı kaçtı. O sırada ayağını bir yere çarpmış herhalde. Düzelir mi bilemem. Size baştan söylemiş olayım, sonra sorun olmasın. İsterseniz başka bir kuş seçin.'' Bunu duyunca üzüldü çocuk. Kafesteki diğer kuşlara baktı. Hepsi çok güzel ve sevimliydi. Düşündü, ama karar veremedi. O sakat kuşun masum hali etkilemişti onu. Bir babasına, bir de kuşa baktı. ''Baba ben bu kuşu istiyorum. Sakat olması hiç önemli değil. Abim de sakattı. Onu sakat diye istemiyor muydunuz? Hem belki düzelir. Veterinere götürürüz. Olur mu? Ona abimin adını vereceğim.'' ''Tamam oğlum. Sen nasıl istersen.'' dedi babası. Kafesini ve diğer malzemelerini de aldıktan sonra minik arkadaşıyla birlikte dükkandan ayrıldılar. 
Artık abisinin hasretini bir nebze olsun hafifletecek bir dostu, bir can, bir soluk vardı odasının en güzel köşesinde. Artık o kadar yalnız hissetmeyecekti. Gönlünden hiç çıkmayan, sonsuz aleme göçtüğü için yalnızlık hissettiği, abisinin yerine şimdilik bu minik kuş onu teselli edecekti.

13 Mart 2012 Salı

Kalp Kırmak...







Bazen zamana bırakmak gerekir. Kalp kıranları da zamanın derinliklerine...

12 Mart 2012 Pazartesi

Bir Umut Ver Ya Rab!

İnsan aynada kendine baktığı zaman kendi yüzünden utanır mı hiç? Tükürmek ister mi yüzüne ? Yaptıkları, hissettikleri için kendinden nefret eder mi? Durmadan kendini suçlar mı? Bunlar olmamalıydı, yaşanmamalıydı, diye söylenip durur mu? Bütün gücünün sıfırı tükettiği anda, yıkıcı bir ruh haletiyle, çılgın bir baş ağrısı, bir tükenmişlik içinde hayatını sürdürmeye çalışır mı? Hüzünlü şarkıları, türküleri ne zaman dinlese gayri ihtiyari gözlerinden yaş gelir, ruhunu kara bulutlar kaplar mı? Nereye gitse içinde hep o çılgın duyguları taşır mı? Kurtulmak, kaçmak istedikçe sarmaşık gibi içini, dışını, her yerini kapladığını, çırpındıkça daha da battığını  hisseder mi?
Bir su içse midesinin, bir nefes alsa ciğerlerinin yandığını hisseder mi? Ne yapıp etse hayatın tadı, tuzu kaçtıysa... Artık geriye dönüşün imkansız olduğu sarp yollara, derin çukurlara girdiğini çaresiz, boynunu bükerek kabullendiyse...
Bir çıkış, bir umut ver ya Rab! Bir ışık yak. Kurtuluş Sendedir...
Karanlıkların ardından mutlaka güneş doğar.

7 Şubat 2012 Salı

Faydasız İlim


''Faydasız ilim''...
Yine 1500 sene öncesinden bize bir duayla sunuluyor doğrular, iki dünya saadetinin sırları. O kadar güzel bir dua ki, bir cümleyle bütün yaşantımıza yön verecek nitelikte düsturlar içeriyor:
'' Faydasız ilimden, ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan Sana sığınırım.'' Hepsi de altı çizilmesi, yaşadığımız mekanların duvarlarına asılması gereken çok ama çok güzel, eskimeyecek hakikatler. 
Burada ''Faydasız ilim'' konusu deyince, gereksiz bilgilerin ancak kafamızı bulandıracağı, his ve düşünce dünyamızı alt üst edeceği anlaşılabilir. İlmi sadece Allah'ı bilme, O'na yakınlaşma için kullanma, marifetullahta derinleşme amacıyla anlama ve tahsil etme olarak ele aldığımızda kul olarak yücelebiliriz.
Merak hissimizi doğru olarak kullanmıyoruz. Önce kendi özümüzü keşfedip, sonra mükemmel yaratılmış alemi gözlemleyerek Yaradan'a ulaşmaya çalışmıyoruz. Nefis engelini bir türlü aşamıyoruz. 
Bir çok şeyi bilmek, bir çok şeyden haberim olsun istemezdim. Zihnimi, gönlümü bulandırmak istemezdim. Çok bulandırdılar. Bana bunları yaşatanları Rabbime havale ediyorum.
Üzgünüm...

10 Ocak 2012 Salı

Yüzüne Bakamayız Efendim

Efendim(Sav). Seni ağlattık efendim. Benim de bu gün tadım tuzum kaçtı Efendim. Mevlam bizleri, anneleri şefkat kahramanı olarak yarattı. Her türlü çirkinlikten korunmamız için güzel emirlerle donattı bizleri. Gerçekte takva örtüsüydü O’nun bizi baştan aşağıya kapattığı örtü. Günahlardan muhafaza etmek içindi.  Yavrularımızı yetiştirmemiz, toplumu sağlam olarak ayakta tutabilmemiz için en güzel vazifeyle bizleri vazifelendirdi. Annelikle şeferlendirdi.
Bir gün birisi gelmişti yanına Efendim(Sav). Seni bir yere götürmek, mühim şeyler anlatıp, göstermek istedi. Dayanamadı peşinden geldi Aişe Annemiz(Ra). Annemizin yanında Abdullah bin Zübeyr(Ra) de vardı. Merak ettiler, önce uzaktan seyrettiler Seni.  Ağlıyordun…
Sordular yanındaki yabancı gidince onun kim olduğunu. ”Cebraildi” dedin. ” Benim ümmetimin sonunda gelecek bazı kadınları gösterdi.” Sen  bizim rahatça günahlara bulaşmamıza, ağlıyordun cayır cayır ateşlerde yanarken zavallı halimize… Rabbim’in nazenin çiçek gibi yarattığı, korunmaya muhtaç, iffet timsali kadınlarımızın şu fitne çağında başka erkeklerle rahat rahat sohbet edişlerine, konuşup, gülüşmelerine ağladın Sen. Nasıl incittik, kırdık Senin gönlünü?
Bizlere gerçek vazifemiz unutturuldu Efendim(Sav), gözümüzün nuru. Çölde yolunu kaybetmiş avare bedevilere döndük. Erkeklerle eşit olacağız diye, kültürlü, kariyer sahibi kadınlar olacağız diye kandırıldık. Önce çağdaşlık, modernlik kisvesiyle karma okullarda okuttular bizi. Sonra giyimimize karıştılar. Değerimize değer katan örtümüzü başımızdan çekip aldılar. Yine karma ortamlarda çalışmaya başladık. Toplumda söz sahibi olabilmek için taviz üstüne taviz verdik. Bu tavizler verilmeden de okuyup meslek sahibi olamaz mıydık? İffetimizle, yüzümüze namahrem bakışları dokunmadan, sesimizi onlara duyurmadan daha güzel, daha verimli çalışan bayanlar, çocuklarına daha iyi bakan anneler olamaz mıydık? Bizler, o nazenin çiçekler solduk, çorak tarlalara döndük.
Dedin ki ”Cehennemde yanıyorlardı. Ateşten kaçmak istedikçe, ateş onları daha çok sarıyordu.” Merak etti Aişe Validemiz(Ra), sordu; ”Onlar namaz kılıp oruç tutarlar mıydı? Örtünürler miydi?” ”Hepsini yaparlardı.” Daha da meraklandı validemiz. Gözyaşlarını silerek o iç yakan, iflahımızı kesen, boynumuzu büken cevabı verdin Efendim(Sav): ”Onlar yabancı erkeklerle sohbet ederler.”

Renklerle Anlatılır mı Hasret?



Bir çift gözdür şu alemi bizlere temaşa ettiren. Bir çift göz, renklerin tadıyla farklı duygular yaşatıp, o esintileri üfleyen. İnsan bir an gözünü kapatıp yürümeye çalışsa ve her şeyin karardığına şahit olsa, Mevlanın verdiği o gözlerin ne büyük nimet olduğunu, onların ne elzem pencereler olduğunu anlayıverir…Rengarenk bir hayat istiyorum. Baktığım her yer cıvıl cıvıl olsun…
Beyaz gözlerimi alıyor, siyah da içimi karartıyor. Beyaza, onun parlaklığına dayanamıyorum. bana ruhumun bulanıklığını hatırlatıyor. Siyah ise o kadar kesif, öylesine karanlık ki ondan korkuyorum. O, soğuk. Üşütüyor beni…
Bana mavileri, yeşilleri verin. Mavilerin engin denizinde boğulmak, hırçın dalgalarıyla yarışmak, yeşillerin, ayak basılmamış çimenlerinde yatıp uzanmak istiyorum…
Lilanın leylaklarını getirin bana. Uzanayım, salkım salkım koklayayım. Ferahlık solusun yıpranmış ciğerlerim…
Kırmızının kanı canlandırsın solgun yüzümü, ısıtsın… Kırmızı gülün dikeni acıtıp akıtsa da parmaklarımdan kıpkırmızı kanımı, gülün güzelliğinde mest, kokusunda sarhoş olayım…
Pembeyi hiç unutmadım. Asla unutmam. Bana gençlik hayallerimi, üzerinde gezindiğim pembe bulutları hatırlatsın. Şimdi küçücük toprağımda büyütmeye çalıştığım pembe menekşelerde yaşatayım ilk çocukluğumun, gençliğimin rengini…
Çeyiz sandığımın oymalı desenleri, babamın pantolonu, ninemin pazen eteğiyle zihnimden silinmesin o vakur, asil renk; kahverengi…
Ve gün batımının ardından yavaş yavaş ortaya çıkan ay ve yıldızlarla karşılasın beni gökyüzünün derin, uçsuz bucaksız lacivert akşamları…Gitgide siyaha dönüşse de o lacivertin serinliği, kalbime verdiği huzur bitmesin…”

7 Ocak 2012 Cumartesi

Cuma Akşamı Notları


Bu gün prensibi bozuyorum. Kendimi, yaşadığım anlamsız sıkıntılarımı anlatmayacaktım. Bir kaç hafta öncesine kadar güya böyle bir karar almıştım...İnsanın görünürde hiç bir sıkıntısı olmadığı, her şeyin normal seyrinde gittiği anlarda neden bazen içine sıkıntılar dolar da bunların ne adını koyabilir, ne de bir kimseyle paylaşabilir? Belki de zaman zaman herkese böyle oluyordur. Belki de biraz hassasiyetiniz fazlaysa daha sık oluyordur. Duanız eksiktir.
Bu gün sağdan soldan süslü laflar yok. Neyse o, bu gün.Yine serin bir iç Ege Bölgesi akşamında öğretmenlik yaptığım okuldan çıkmış eve doğru yolumu tutarken yorgun bacaklarım yürümekte zorlanıyor. Bir serinlik, üşüten bir nem var. Yağmur yağmıyor ama yerler ıslak gibi. Sabahki yoğun sisin etkisi belki de. Eve gitmeden önce terziye uğruyorum. tamir edilecek bir iki etek var. '' Hoş geldin abla!'' diye beni karşılayan ''Terzi Fiko'' çok ilginç, kendi halinde, dürüst bir adam. Yüksek sesle yabancı müzik dinliyor. Ben dükkana girince müziğin sesini kısıyor. Raflarda diktiği ürünler, duvarlarda resimler... Sevimli bir dükkan. Bir ara kedileri vardı. Şimdi kaçmışlar. Her zamanki gibi sökülüp düzeltilecek yeri gösterip çıkıyorum. Yavaş yavaş yürümeye devam ediyorum. Eski komşuma rastlıyorum sonra. Çocukları falan konuşuyoruz. Birbirimize ''Oturmaya da buyur gel.'' diyerek ayrılıyoruz. Çini ve porselen dükkanlarının, bunların yanında görünümlerinden hiç hoşlanmadığım cep telefonu dükkanlarının yanından geçiyorum. Gençler okullardan çıkmış, trafik de yoğun sayılır. Duraklar, bir de yine sevmediğim ATM makineleri insanlarla dolu. 
Yolumu uzatıyorum, eve biraz daha geç gitmek için. Halbuki bir an önce gidip biraz uzanmak istiyorum.Üşüyorum, aldırmıyorum. Yolda karşılaştığım insanlar nedense hep mutsuz, asık yüzlü gibi geliyor bana. Ya da bu gün ben dünyayı gri gördüğüm içindir. Bilmiyorum... Yarım saatlik bir gecikmeyle varıyorum eve. Benden önce gelenler var. Mutfakta çay yapma, karın doyurma telaşeleri Hiç bir şeye bakmak, mutfağa girmek istemiyorum. Sabahtan beri üzerimdeki ağırlık gibi, yük olarak hissettiğim giysilerimi değiştirip azıcık uzanıyorum.  
Biraz kendimi dinlemek, hafiften gözyaşı döküp, Yaradana sığınmak iyi geliyor. Ne kadar çaresiz, acizim diye düşünüyorum. Ne kendime çeki düzen verebiliyorum, ne de bulunduğum konumun hakkını verebiliyorum. Şu melodileri dinlerken; - Hicaz Saz Semaisi (Garip) , ''İşte, beni en iyi anlatan bu ezgiler diyorum, kendi kendime. Zaman zaman bir araya geldiğim arkadaşlarım var. Ben ne onlar gibi olabiliyorum -onlar çok gayretli ve şevkliler- ne de başkalarına uyabiliyorum. Ben neyim, amacım ne diye soruyorum. Bu kadar taviz verip de çalışma ortamına girdikten sonra o her sene elimizden geçen tonlarca öğrencilere şimdiye kadar ne verebildim ben? Emanetlere sahip çıkıp, onları kadife bohçalara sarılan mücevherler misali koruyabildim mi? En yakın olduğum ablamla bile bayramdan beri küsüm. Telefon ettim, mesajlar çektim, konuşmak istemiyor benimle. Ne bir yakınım var dertleşebileceğim, ne de bir arkadaşım. Eşimin sevgili annesi, kız ve erkek kardeşleri ise maşallah ne arar, ne sorarlar. Herkes uzaklaşmış birbirinden. Komşuları da çok sık görmüyorum. Herkes kabuğuna çekilmiş. Apartman hayatı işte. Apartmanda en çok sevip anlaştığım kapıcının hanımı. O kadar samimi ve içten ki. Çünkü buralı değil, Amasyalı...Şu an yan odada- kendi odasında- bulunan kızım da derslerin hakkını verme telaşında. Çocuklar da büyüdükçe senden uzaklaşıyor, kapılarını kapatıp kendi dünyalarına çekiliyorlar. 
Anlata anlata bitmez şu çılgın zamanın sıkıntıları, gariplikleri... Her şeyi yine O'na havale etmek lazım. Cuma akşamı olması hasebiyle bu akşam çokça dua edip, gözyaşı dökmek, ne olursa olsun halimize şükredip, teslim olmak lazım...

27 Aralık 2011 Salı

Bir Sessiz Yakarış

Yine gönlümü dağladınız. Yine ne anladınız, ne de anlamak istediniz....
Biz aynı ana babadan doğmuş, aynı evde büyümüş değil miyiz? Biz karanlık günlerimizde birbirimize ışık olmadık mı? Devrilen umutlarımızı, kırılan hayallerimizi tamir etmedik mi el ele vererek. Çoğu zaman birlikte yürümedik mi? Çocuklarımızı birlikte sevgiyle büyütüp, onlara bazen ninniler, bazen türküler, tatlı sözler söylemedik mi?
Peki şimdi neyi paylaşamıyoruz? Niçin durmadan onarılmayacak yaralar açıyoruz içerimizde?  Ne zaman ben değil, biz demeyi öğreneceğiz? Şu dünyanın ölümlü, gelip geçici olduğunun farkına varıp, çirkin yüzüne teslim olmayı ne zaman bırakacağız?
Bu çok acı biliyor musun, bu kadar yakın, kan, can bağı olup da birbirine yabancı olmak, aynı dilden konuşamamak. Çok can yakıcı gitgide uzaklaşmak. Uzaklaşmak...
Şu ömrümün belki de son üçte birlik ya da son çeyrek döneminde bu uzaklaşmayı, bu yürekleri törpüleyen çekişmeyi yüklenmek çok hırpalayıcı. Artık aciz vücudum bunu kaldıramaz. Hele farkında olduğum hakikatleri sizlere anlatmamam, güzel misal teşkil edememem en büyük acı. Gayri bunları kaldıramaz yüreğim. Bunların hesabını nasıl vereceğim diye çırpınıp dururum. Bak işte sıcak yatağımdan kalkmışım, yine cansız tuşlarla dertleşir, uykularımı rafa kaldırmışım.
Gayri siz bilirsiniz. Benden sadece şu kadarcık bir söz, bir son söz yeter: HAKKINI HELAL ET..

19 Ağustos 2011 Cuma

Kötü Söz


Kötü söz niçin bu kadar üzer, insanları birbirinden uzaklaştırır? Niçin insanlar kızdıkları zaman kötü söze başvururlar? İnsanı alçaltan, nefret tohumlarını eken, bütün iyilik ve faziletleri bir anda silip süpüren ve gerçekten bir anda herkesi birbirine düşman eden şeydir kötü söz. Allah'a ve ahiret gününe inanan birinin ya hayır söylemesini, ya da susmasını tavsiye eden, yine müslümanın eliyle diliyle başkalarına zarar vermeyen biri olduğunu bizlere hatırlatan yüce dinimizin Rahmet Peygamberi bir iki cümlede işte müslümanların nasıl davranması gerektiğini özetliyor. Şu anda mübarek günlerde bulunuyoruz. Bedenimizi terbiye etmek, ülkemizde ve dünyanın dört bir yanında bulunan fakir, aç insanların halini bir nebze olsun anlayabilmek, daha da pek çok hikmetleri için emredilen Ramazan orucumuzu tutuyoruz. Hem Efendiler Efendisi Peygamberimiz(SAV), hem de bütün alimler oruç tutarken sadece midemize oruç tutturmanın bir anlamı olmadığını, dilimize, gözümüze, kulağımıza da oruç tutturmamız gerektiğini söylüyor. Acaba kaçımız buna tam riayet ederek gerçek anlamda bütün organlarımıza oruç tutturabiliyoruz? Efendimiz(SAV) bir hadisinde böyle davranmayıp yalan, kötü söz, gıybet vs davranışlarda bulınan kişilerin boşuna aç kaldığından bahsediyor. Orucu hakiki anlamda tutmak işte bu kadar önemli. 
Dün akşam evde beni son derece inciten bir olay yaşadım. 14 yaşınadaki kızım çok kırıcı sözler söyledi bana. Sebebi de interneti kapatmamdı. Bu internet gerçekten bir illet. İnsanları birbirine düşürüyor, iletişimi koparıyor, beyni tembellştiriyor, bağımlılık yapıyor. Kızım da tatilde bu illete maalesef müptela oldu. Ne yapacağımı şaşırdım. Engel olamıyorum. Başka uğraşlar da yapmak istemiyor. Önceden kitap okurdu. Şimdi koca tatilde bir kitabı bitiremedi. Kızımı artık tanıyamıyorum. Allah'a dua etmekten başka çare bulamıyorum. Yasak koysam bu sefer daha da aksileşiyor, huysuzluk yapıyor. Yanlış olduğunu aslında kendisi de biliyor. Ben de, namaz, Kur'an gibi alışkanlıkları yeni yeni kazanmaya başladığı için fazla zıtlaşmak istemiyorum. Allah'a şükür oruçlarını da tutuyor. Bazı şeylerin de bilincinde. İnşallah bu geçici bir dönemdir diye sabrediyorum. Anne, baba olmak çok ama çok zor gerçekten. Hele de bu zamanda... Gerçi bizim babamız için o kadar zor olmasa gerek. Çünkü beyefendi çözüm bulmak için uğraşmıyor. Olanlara ilgisiz davranarak kendini sıyırmaya çalışıyor. Bir de onunla problem yaşıyorum. Oysa çocuk yetiştirirken anne babanın ortak tavır alması ve birbirine destek olması çok önemli. Gelgelelim beyefendi bunu bir türlü kabullenemiyor. Akşamdan beri bu sebepten dolayı onunla da tartıştım. 
Sevgili, mübarek Ramazan; çok ama çok üzgünüm. İşte geldin gidiyorsun bile. Oysa ne kadar ruhuma huzur vermiş, biraz da olsun kirlerimden arındırmıştın beni. Seni hakkıyla eda ettik mi bilmiyorum. Ne yapsak da yeterince edemeyiz zaten. Rahmetinle, bereketinle geldin. Mis gibi, taptaze manevi havanı soluttun bize, inşirah verdin, yeniledin. Bir daha sana tekrar kavuşur muyuz acaba? Gideceksin yine ahir zamanın fitneleriyle bizi başbaşa bırakacaksın. Öksüz kalacağız. 
Ey Resul(SAV)! Lütfen gel, tut elimizi. Bizi bu karanlık, tozlu, ıssız yollarda yalnız bırakma! Sana bugün hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var. Gel, gül kokunla, güneş gibi yüzünle, ruhlara ilaç, en güzel musıkiden güzel sesinle, merhametin, sınırsız muhabbetin, zamanlar üstü düsturların ve duruşunla. Bu gönüller sana hasret.


1 Haziran 2011 Çarşamba

Söyleyemediklerim


Kelimeler artık yeterince çıkmıyor. Eski, yırtık kitaplar gibi her biri bir yana savrulmuş. Sayfalar adeta başıbozuk uçuşuyor. Sanki freni bozuk arabalar gibi serseri, şaşkın ve bazen de çılgın. Söyleyemediklerimi içimden tekrar edip duruyorum. Bu başıboşluğun belirsizliğinde, Yaradan Rabbime sığınmaya, kendi zaaflarımı, hiçliğimi, bilerek yaptığım yanlışları, içine sokulduğum tehlikeli halleri sadece O'na fısıldayarak itiraf etmeye çalışıyorum. 

Söyleyemediklerimi içimde büyütürken, söyleyebildiğim kırık dökük kelimelerin arkasına sığınıyorum...

Kelimeler adeta birer düğüm, o düğümler de sımsıkı bir yumak olmuş. Çözemiyorum, açamıyorum bir türlü. Şimdiye kadar söylediklerimin, yapıp ettiklerimin pişmanlığı, söyleyemediklerimin mahzun, bazen de kırgın ve kızgın halleri boğmuş, tüketmiş...Bazen içimde bir kırgınlık ve öyle bir kızgınlık büyüyor ki...Of artık yorgunum.  Kızacak, düşünecek hallerim kalmamış. Bir gün umut belki gelir beni de bulur.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Beyaz güzellik

               Kar...Lapa lapa, yumuşacık yağan kar. Toprağın üzerini örtüyor bembeyaz örtü gibi. Sade, lekesiz bembeyaz bir güzellik. Dünyanın kirli yüzünü temizliyor herbir kar tanesi yavaşçaa. Kar taneleri üst üste diziliyorlar yere indiklerinde. Gökyüzünde birbirlerine değmeden salına salına inerken aşağıya, herhalde birbirlerine söz veriyorlar birleşip toprağa meydan okuyacaklarına, onu kuşatacaklarına. Bazen korkutur insanları bu uçsuz bucaksız beyazlık. Bazen de sadeliği, temizliği hatırlatır gören gözlere. Gökyüzünde güneşin silik parıltısı... Karın beyaz yüzü gökyüzüne de yansımıştır, yerle gök uyum içinde. Soğuktur kar, sızlatır ama ferahlatır aynı zamanda. Serin, buz gibi teneffüs edersiniz havayı. Yürümek ayrı bir zevktir karda. Basarken ayağınızın altında gıcırdadığını hissedersiniz karların. Dönüp ayak izlerinize bakarsınız, elinize alıp dokunursunuz. Soğuk güzelliği dokunarak ta hissetmek istersiniz. 
             Çocuklar okula gidiyor karlı yollarda. Kiminin ayağında lastik ayakkabı. Onlar köy çocuğu, alışıklar karın soğuğuna. Hamile bir kadını hastaneye yetiştirmeye çalışıyorlar, karda zorlukla ilerleyen arabayla. Derken, bir bebek çığlığı inletiyor beyaz örtülü ovaları, dağları. Askerler düşmanla karşılaşmak için yürüyor karlı dağlarda yılmadan. Bazen şehit kanları kıpkırmızı süslüyor dağlardaki beyazlığı. Uzaklarda kurtlar uluyor. Ormanda ağaçların dalları neredeyse yere kadar eğilmiş karların ağırlığından.  Hiç bir çiçek açmıyor, her yer düz beyaz diye düşünürken birden umutları yeşerten kardelenler fışkırıyor yerden inatla. O zaman anlıyorsunuz ki hiç bir zaman umutsuz yaşamamalı insan. Tabiatın ardındaki gizli el anlatıyor işte bize, yol gösteriyor. Herşeyle dost olmayı öğretiyor.

Çocukluğum

              Çocukluğumdan bahsetmek istiyorum bugün. İnsan çocukluğunun ne kadarını hatırlar? En çok etkilendiği şey nedir o yıllarda? İnsanın en güzel ama kıymetini en az bildiği bir dönem. Bir an önce büyümek istediğin, büyükler kadar söz sahibi, onlar kadar özgür olmayı istediğin yaşlar. Ben küçükken bir an önce 17-18 yaşında olmak isterdim. Ne olacaksa? O yaşlara gelince fazla bir değişiklik olmadı oysa. Resimde görülen benim doğup büyüdüğüm, 16 yaşına kadar yaşadığım ev ve sokak. Hafta sonu eski mahalleme gittim. Hem biraz sıkıntı dağıtmak, hem de bir akrabayı ziyaret etmek için.
              Evimiz üç katlıydı. Hem ikinci, hem de üçüncü katında oturduk. Arkada dut, elma, kiraz ve asma ağaçlarının bulunduğu geniş bir bahçe vardı. Annem kümeste tavuk yetiştirirdi. Çok olmamakla beraber bir iki sebze  de ekerdi, ama güneş fazla gelmediği için çok fazla yetişmezdi. Bol bol ot biterdi yazın. Kışın kardan adam yapmak, yazın arkadaşlarımla oynamak, hele de yan bahçeye atlamak en büyük zevkimizdi. Bahçeye bodrumdan çıkılıyordu. Karanlık mağaralara benzeyen, duvarlarında sümüklüböcek izlerinin olduğu, benim küçükken sokakta oynarken eve girmeye üşendiğimde kimseye görünmeden bazen ihtiyacımı karşıladığım, bu küçük sırrımı bu zamana kadar paylaştığım bodrum katı. Balkona çıkıp bahçeyi, geceleri de yıldızları seyretmek çok güzeldi. Yukarıda bir tavan arası vardı, annemin Ramazan için yufka açıp kuzinede pişirdiği... Bir de tarasımız vardı, ara sıra çıkıp etrafı seyrettiğimiz…
             Yan binada kadim çocukluk arkadaşım Mine oturuyordu. Çok severdik birbirimizi. Onunla ne zaman tanıştığımı hatırlamıyorum. Çok uyumlu, vefalıydı Mine. Ben sık sık onların evine giderdim. O kadar samimi, yüreği temiz insanlardı ki. Mineler beş kardeştiler. Hepsi de beni çok severdi. Birlikte bir sürü oyun oynardık, evcilik, saklambaç, istop, yakan top, tombilik, seksek. Tabi diğer arkadaşlarımı da unutmuyorum; Aylin, Hatice ve sık sık kavga ettiğimiz Mehtap. Sonradan hepsi başka yerlere taşındı. Bir de yaramaz, çete lideri Muhittin. Biz oynarken hep bizi rahatsız ederdi. Acaba şimdi neredeler, neler yapıyorlar? Hayat onlara neler yaşattı?
            Mineyle camiye Kur’an öğrenmeye gidişimiz, bana namazı ilk öğreten kişinin de o olması onun değerini bir kat daha arttırıyor benim için. Ramazanlarda dışarıda top patlamasını bekleyişimiz ve patlar patlamaz da doğru eve koşuşumuz, babacığımın üstü başı kir pas içinde akşamları eve gelişi hatırımdan çıkmıyor,bir de babamın cenazesinin evden çıkışı. Bazen sokaktan eve girmemek için babamın geldiğini görür görmez bir arabanın arkasına veya başka bir evin merdivenine saklanırdım. Çok neşeli, cıvıl cıvıl bir sokağımız vardı. Çocuk, genç doluydu. Herkes samimiydi o zaman, sıcacıktı ilişkiler. Annem komşularla gün yapardı. Bir komşu teyze vardı, komiklik olsun diye misafirliğe geldiğinde erkek kıyafeti giyip, çıkarırdı. Kadınlar karşılıklı oynardı, türkü, oyun havası eşliğinde. Ben o komik teyzeden korkup kaçtığımı hatırlıyorum, nedense. Oysa çok hoş biriydi. Onun adı ‘’adam olan kadın’’dı, kendim koymuştum bu adı. Hiç unutamadığım komşularımızdan biri de Hüsniye Teyzedir. Allah rahmet eylesin. Ne kadar güler yüzlü, sevecen, vefalı bir insandı. Onun isminde bir öğrencim var. Gözleri aynı onun gibi yeşil. Hüsniye Teyzemi hatırlatıyor bana. Daha birçok komşumuz vardı. Hepsini anlatmak zaman alacağı için kısa kesiyorum.
         Geçmişi hatırlamak biraz buruk bir his veriyor insana. Şimdi geriye bakıyorum da mutlu bir çocukluk geçirdim. Tozun, güneşin altıda oynamak, sırılsıklam terleyip, çocukça çığlıklar atmak herhalde insanın en mutlu dönemleri olsa gerek. Kendi çocukluğumuzu düşünerek çocuklarımıza güzel birer çocukluk yaşatmak, onlara en çok ihtiyaçları oldukları sevgi gıdasını verebilmek, altın, benzin fiyatlarını veya nerede, ne zaman savaş ve deprem gibi olaylar olacağını merak etmekten çok daha önemli. Çünkü o dönemler bir daha ele geçmiyor.

25 Şubat 2011 Cuma

Dayan yüreğim!

        Yüreğim dayanmıyor.Dipsiz, karanlık bir kuyuya düşmüş gibiyim. Yukarı çıkmaya çabaladıkça daha da derinlere kayıyorum. Öyle bir halet-i ruhiye sarmış ki beni kimi zaman gözyaşlarıma boğuluyorum. Kimi zaman da tıkanıp kalıyorum, tutuluyor dilim. Ne konuşabiliyorum, ne de ağlayabiliyorum. Vurgun yemiş gibiyim. Bakışlarım donup kalıyor. Anlam veremediğim, cevaplayamadığım soruların içine düştüm. Kimseye anlatamadığım, adını koyamadığım duygular peşpeşe birbirini kovalıyor. Dertlerimi içimde büyüttüm çığ gibi, çözülemeyeceğini bile bile. 
       Bir elin uzanıp elimi elimi tutmasını, beni kurtarmasını bekliyorum. Sıcacık bir elin... Gülümseyen bir yüzün  karanlıklarımı güneş gibi aydınlatmasını bekliyorum. Bakmayın çevreye gülücükler saçıp, neşe içinde coştuğuma. Yüzüm gülse de kalbim kan ağlıyor. Tükeniyor her şey yavaş yavaş. Öylesine yaşıyorum. 

                                        
      Sevgili yavrularım, öğrencilerim olduğunu hatırlatıyorum kendime, hayata biraz olsun bağlanabilmek için. Avutuyorum kendimi. Bir an silkiniyorum. Ama doğrulamıyorum yine de. Gömülüyorum umutsuzluklara. Arada bir yoklayan baş ağrısı, gecenin yarısında uyanmalarım, uykularımın kaçışı bundandır işte. Gecelere de, gündüzlere de küstüm.
       İsyanımı bağışla Allah'ım. Hatalarımı affet. Herşey ve herkesten, hatta kendimden Sana sığınıyorum.

24 Şubat 2011 Perşembe

Hüzünler benim olsun

                                                            
               Dostlarımın hüzünlere boğulmasına, hastalanmasına dayanamam. Kimsenin kırılıp, üzülmesine tahammül edemem, ben üzdüysem de kendimi asla affedemem. Hüzünleri ben üzerime alayım. Hayata tutunmayı, insanlara güzel hizmetler vermeyi sizler ihmal etmeyin. Ben nasıl olsa yarım yamalak çabalarımla kendi dar çerçevemde hayatta fazla yer tutmuyorum. Derdi veren Allah mutlaka çaresini de verecektir. Hüzünlere boğulup acınızı arttırmayın. Çok değerli dostlarım için bana da dua etmek düşer. Elimden ancak bu gelir...
     

20 Şubat 2011 Pazar

Ağlamak nedir?

 Ağlamak acizlik değil, aslında güzel, insani bir olay. İnsan ağlarken utanmamalı, ister erkek, ister kadın olsun. Ağlamak gönülden gelen sızının, kalp yarasının ifadesi. 
   Gidenlerin arkasından üzüntüyle, bazen de yaşadığın sevincin yansımasıyla ağlamak. Çaresiz kaldığın, başvuracak hiç bir kimse olmadığı zaman ağlamak, acını göstererek. Uzak diyarlarda, kimsesiz kaldığında, sevdiklerini özlediğinde ağlamak. Bazen de pişmanlıktan ya da kendini anlatamadığında ağlamak. Ezildiğin, horlandığın zaman ağlamak. Bedeninin bir yerine zarar geldiğinde ağlamak, ne kadar aciz olduğunu idrak ederek. Hatta nedenini bilmeden öylesine ağlamak. En güzeli huzur-u İlahide ağlamak, seccadeyi ıslatıp, dua dua yakararak.
 Ağlamak sığınmak, başını bir yerlere yaslamak, içerdeki yangınları söndürmeye çalışmak. Ağlamak; volkan gibi duyguların coşkusu, hassas kalplerden gelen sıcak bir esinti.
Umutsuzca ya da umutla ağlamak, ne olursa olsun o güzel birşey.




19 Şubat 2011 Cumartesi

Ben Mutluyum!

     Sağlığım yerinde olduğu için mutluyum.
     Dahil olduğum bir ailem, ilgilenebileceğim çocuklarım olduğu için şanslıyım.
     Ara sıra sıkıntı verse de güzel bir işim olduğu için yine şanslıyım.
     Sevdiğim dostlarım, güvenebileceğim komşularım olduğu için de mutluyum.
     Yine ilgilenebileceğim öğrencilerim olduğu için mutluyum. Her ne kadar bazen üzseler de.
     Beni sayısız nimetlerle peşin ödüllendiren Rahmeti sonsuz Rabbim olduğu için de gerçekten çok şanslıyım.
    Çok merhametli, sabırlı, kırmayan, incitmeyen, şefkatli, bizlere düşkün bir Peygamberim olduğu için mutluyum. 
                                
                      Dua edebildiğim, alnımı secdeye götürebildğim için şanslıyım.
     Çok güzel bir manevi daireye dahil olduğum, ya da beni aralarına aldıkları için müteşekkirim.
     İşitebildiğim, tat alabildiğim, görebildiğim, yürüyebildiğim için, nefes alabildiğim için şükrediyorum.
     Yağmuru hissedebildiğim, denizin dalgalarıyla dans edebildiğim, rüzgarı soluduğum, doğan ve batan güneşin zihnimde resmini çekebildiğim için, bir kediyi okşayabildiğim, bir çocuğu sevebildiğim, rengarenk çiçeklerin parlak taç yapraklarına dokunabildiğim, denizin altında rakseden balıkları arkadaş edinebildiğim, çeşit çeşit lezzette nimetleri tadabildiğim ve hepsinin ardındaki sonsuz ilim, sanat, rahmet Sahibini hissedebildiğim için en şanslı varlığım.    
      Ve... Bunların hepsinin bana emanet verildiğini, bir gün elimden alınacağını bildiğim, ama inşallah öte dünyada çok daha mükemmel  nimetlere sonsuz kavuşacağım için BEN MUTLUYUM!          

18 Şubat 2011 Cuma

Zor zamanlar

     

            Bazen istenmeyen olaylar üst üste gelir ya. Böyle zamanlarda sadece durup seyretmek, sabır dilemek en doğrusu. Sen beladan kaçarsın ama o seni gelip bulur. Sakin olmak ne kadar zor olsa da onu başarmak işte gerçek baba yiğitlik bu olsa gerek.

           Son zaman yaşadığım olumsuz örnekler beni biz kez daha düşündürdü. Bazen hüzün üstüne hüzün geliyor.  10 yıldır beraber çalıştığımız bir öğretmen arkadaşım Ankara'ya ailesinin yanına gitti. Bir daha geri dönmeyecek bu şehre, en azından uzun soluklu yaşamayacak burada, misafir olarak gelebilir ancak. Hüzünlü, yaralı gitti. Aylardan beri çatırdayan yuvasının mücadelesini verdi. Olmadı. O küçük, şirin kızını da alıp uzaklaştı ona ızdırap veren bu şehirden. Seni özleyeceğim canım arkadaşım.

          Haberlerde duyuyoruz bilmem kim nerede sekiz yaşında bir kızı öldürmüş. Bir başkası trafikte terör estirmiş kaç kişinin ölümüne ya da yaralanmasına sebep olmuş. Şu şunun, bu bunun canını yakmış, kuyusunu kazmış, dedikodu etmiş. Ne oluyor bu topluma, bu insanları anlamakta zorluk çekiyorum.

           Öğrenciler basit meseleler yüzünden tartışıyor. Yeni nesil hemen işi kavgaya dönüştürmeye meraklı. Yardımcı olayım dedim, ben de suçlu duruma düştüm. Taraf tutuyormuşum. Bu gençler yarın bizim bıraktığımız yerden devam edecekler. Memleketi idare edecekler. Onları iyiliğe yönlendirmek değil mi önemli olan? İtiş kakışla kim ne kazanıyor? Problemleri sürekli dile getirmekle, karşı tarafı suçlamakla sorun halloluyor mu? Daha mı iyi oluyor? İnsanlar biraz sorunlardan geri dursa, sabırlı olsa ne kaybeder? Ne kaybeder herkes kendini düzeltmek için çalışsa? Bir gülümsemenin bile ne güzel sonuçlara yol açtığını bilse? Dua etmenin, acizliğini kabullenmenin değerini bir anlasa. Biz çok konuşmayı seven bir milletiz. Oysa bir konuşursan, iki dinleyeceksin denmiyor mu? Ya hayır söyleyin, ya da susun demiyor mu Efendiler Efendisi(SAV)? Peki ya anne babalar? Çocuklarına olumlu mesajlar vermek, örnek olmak görevini niye unutuyorlar? Almaktan çok vermeyle insanın mutlu olabileceğini niye aşılamıyorlar?

       Şimdi uyanık olma zamanı. İyi niyet bazen işe yaramıyor. Merhametten maraz doğuyor. Bütün sorun bencillik ve saygısızlıktan kaynaklanıyor. Bazen de öyle insanlar var ki çirkeflik yapmak için elinden geleni yapıyor. Oysa farkında değil hem kendi dünyasında hem de başkaları için ne yıkımlara sebep olduğunun. ''Çirkefe taş atma üstüne sıçrar.'' Fazla söze gerek yok. İşte atalarımız ne güzel özetlemiş.
          Bu zamanın fitnelerinden, belalarından uzak durmak için yapacağımız şey  dört elle Efendimizin sünnetine sarılıp,   Rabbimize dua etmek.  Efendimizin hadisleri o kadar manidar ki, 14 asır öncesinden bizlere hitap ediyor. Rahmet Peygamberi bizim kurtuluşumuz için gözyaşı dökerken bizim hala onun yolundan gitmemekte ısrar etmemiz küfranı nimet olmuyor mu?
  • Mihnet, bela, musibet artacak, rahat ve huzur kalmayacak, kimse eliyle bunları önleyemeyecek.
  • İlim azalacak, cehalet, anarşi ve cinayetler artacak, adam öldürmek hafif bir suç sayılacak.
  •  İnsanlar kötülüklerden birbirlerini sakındırmayacak ve iyiliği emretmeyecekler.
  • Dedikodu yaygın bir hal alacak.
  • Kim, bir Müslümanın sıkıntısını giderip, onu sevindirse, Allahü teâlâ, kıyamette en sıkıntılı anlarda, onu sıkıntılardan kurtarır.
  • Kim bir müslümanın ayıbını görür de bunu gizlerse, sanki diri olarak gömülmüş bir kız çocuğunu kurtarmış gibi ecir almış olur.
  • İnsanların en hayırlı, en değerli olanları, insanlara en faydalı olanlarıdır.
  • Sevmediklerinize sabretmedikçe sevdiklerinize kavuşamazsınız.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Çocuklarımız


              Bu yazım buraya yakışmayacak, biliyorum.. Çünkü umutsuz yazılar yazmak istemiyorum. Yazmanın da ne faydası varsa? . Bunaldım artık . Bu duvarlar bazen o kadar sıkıyor ki beni. Sanki cendere görevi görüyor. Kaçasım, gidesim geliyor bir yerlere. Şu evdeki iki tane genç kız yok mu? Beni çok bunalttılar. Ne yapsam yaranamıyorum. Ne pişirdiğim yemekler, ne her gün odalarını toplamam, istediklerini alıp getirmem...hiç bir şey onları memnun etmiyor. Ben de mi böyleydim onların yaştayken? Ben de mi durmadan annemin kalbini kırardım? Bir yandan bazı alışkanlıkları kazanmaları için uğraşırken ve de gerçekten de kazandıkları için sevinirken, diğer yandan bana olan kaprisleri yiyip bitiriyor beni, içimi dışımı oyuyor da oyuyor. Matkap gibi. Bu devirde en zor şey çocuk yetiştirmek, anne olmak. Biz küçükken basit şeylerden memnun olurduk. Ama şimdiki nesli memnun etmek mümkün değil. Çünkü her istediklerine çok kolay ulaşıyorlar. Yokluğu bilmeyen varlığı da takdir edip şükredemez. Sevinmeyi bilmiyor bu çocuklar. Yetinmesini bilmiyor. Çünkü onlara öğretilmedi. Onlar yeni bir şey alınması için bizim çocukluğumuzdaki gibi sırasını beklemedi. Önce falanca borcun ödenip sonra bayramlık alınması gerektiğini bilmedi hiç. Zaten bayramlık alınmasına da sevinemedi onlar. Çünkü istedikleri her an yerine getiriliyordu. Bayramı beklemeye gerek yoktu. Biz gençliğimizde TRT' de eğlence programı veya film başlasın diye beklerken ya da TRT radyolarında bilmem hangi müzik programının saatini beklerken onlar kanallar arasında zaping yapmaktan, istedikleri müzikleri internetten indirmekten kendilerini alamadılar. Paylaşım sitelerinde mesajlar atıp, ona buna yorum yaparken gerçek dostlukları kuramadılar. Küçük çocukken de çıkıp sokakta arkadaşlarıyla yakantop, saklanbaç, tombilik hatta evcilik oynamayı öğrenemediler. Dışarıda arkadaşlarıyla koşup ta açık hava ve güneşten yanakları kızarmadı. Evde bebekleriyle oynamayı tecih ettiler. Alınan çeşit çeşit oyuncaklardan da çabuk bıktılar. Bizim gibi bez bebeklerle, naylon bebeklerle oynamadılar. Babalarının yaptığı tahtadan oyuncakları hiç tanımadılar. Biz öğretmenin verdiği ödevi araştırmak için kütüphanede kitap tozu yutarken onlar bir tıkla doğruluğuna her zaman güvenilemeyen bilgilere internetten kolayca ulaştılar. Biz bir parça bilgi öğrenmek için koşturduğumuz için onun kıymetini gerçekten takdir ederken , yazmak için elimiz kolumuz yorulurken onlar milyonlarca bilgi ellerinin altında olduğu için kıymetini bilmediler ve de yazıcıdan çıktı alıp beş dakikada hazır ettiler ödevlerini. Bizler Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, Gülten Dayıoğlu' nun kitaplarını okurken, onlar beğenmedi öyle her kitabı. Zaten sınavlara hazırlanmak için test çözüp ders çalışmaktan kitap okumayı hep tatile ertelediler. Bizim çocukluğumuzda bir kaç dükkanla alışverişimiz sınırlıyken onlar devasa AVM lerde gezdiler. Her mağaza veya dükkanı beğenmediler. Bizler annemizin taze sebzelerle pişirdiği yemekleri afiyetle yerken, onlar bizim pişirdiğimiz yemekleri beğenmedikleri takdirde dışarıdan pizza, hamburger, pide veya buzluktaki dondurulmuş gıdaları yemeyi tercih ettiler.
      Daha şu an aklıma gelmeyen birçok şey var belki. Yaşam şartları çok hızlı değişiyor. Teknolojinin hızı ise başımızı döndürüyor. Her şeye ulaşmak daha da kolaylaşıyor durmadan. Ama eskinin lezzeti, sevgisi, değeri yok şimdilerde. Her şey donuk, sönük bence. Nesiller duygusuz, davranışları ölçüsüz.       
     Kendi çocuklarım ve herkesin çocukları için dua ederken, onlar için gözyaşı dökerken hangisi daha iyi diye sormadan edemiyorum. Kibrit kutusu ve boş makaralardan yapılmış oyuncak araba mı yoksa uzaktan kumandalı hatta şarzlı heryere tırmanan, oyuncak dükkanlarında çocukların babalarına ne yapıp edip aldırdığı o gıcır gıcır oyuncak araba mı?